SİYAH BEYAZ BİR FOTOGRAF KARESİ
Ailemle birlikte çekilmiş siyah beyez bir fotoğrafın karesi içinde buluyorum kendimi. Yaklaşık kırk yada kırkbeş yıl öncesi. Zaman tüneline girmiş gibi gözlerim ışınlıyor beni maziye. Ölümsüzlüğün timsali çam ağaçlarının önünde abim çağırıyor bizleri. Üstünde İspanyol paça panolunu, kollarını kıvırdığı beyaz renkli gömleği var. Seviyorum abimi hem de çok. Bisikletinin arkasına atıp gezdiriyor, küçük bacısını kimi vakit. 1980 yılının yazındayız. Bu karede yer alan her kişi rolüne göre ya çocuk yada genç. Kimi anne, kimi baba, kimi çocuk. Abim sesleniyor. Topluyor hepimizi yeşil renkli, kozalakları olan çam ağaçlarının dibine. Babam işten gelmiş, öğlen vakti, üstü başı temiz, yüzü traşlı, saçları taralı. Her halinden belli iş yerinde yorulmadığı. Katipliğini konuşturup Mahmut amcaya yaptırıvermiş işi. O vakitlerde ast üst ilişkisinde askeri bir nizam varmış, büyük küçüğü sayar birde kıdem oldu mu saygıda kusur edilmezmiş. Soyadları ile çağrılırmış herkes. O vakitler katiplik babamın anlatımına göre övünülecek, oldukça itibarlı bir iş. Babamın duruşu da bu dediklerini doğrular gibi yansımış fotoğrafa. İki sandalye yerleştiriliyor ablam tarafından kapı önüne. Arka fonda yeşil renkli dikenli yaprakları olan çam ağaçları, ardında şehre giden cadde. Fotoğrafın merkezine iki sandalye sağına babam otururken, soluna çamaşır yıkarken leğenden çektiği ıslak eli ile annemi oturtuyorlar çarçabuk. Bu kadar kalabalığın üstünü , başını, kirlisini yıkamak kolay mı? Anam yorulmuş, birazda sinirli, yeter be yoruldum, üstüme gelmeyin, fotoğrafınıza başlarım, sözlerini yuttuğu kızgın bakışından belli. Köşelerin birini evin büyük gelini, kadir gecesinde doğarak şansı yakalamış olan büyük yengem kapmış. Babamın gözde gelini, arkadaşının kızı, babamdan yana epey torpilli. Yengemin eli babamın omzunda, geçtiği kıyak için teşekkür eder gibi. Gizliden gizliye baba-kız ilişkisi içindeler açık açık söylemeseler de görünen köy kılavuz istemez oldukça aleni. Babam ilk göz ağrısı olan abimin, su gibi saf, su gibi temiz kızını oturtmuş kucağına. Annemin kucağına verilmiş ilk erkek torun. Yeğenim tanımadığı nenesinden kaçmak isterken annem yakalamış sanki ellerinden. Bu garip tutukluluk hali gülümsetiyor beni. Anneme bakarken içim sızlıyor. Ezilmiş, hırpalanmış, yorulmuş bir kadın. Fotoğrafın siyah beyaz karesinden annemi çekip sol yanıma oturtuyorum. O ıslak ellerini okşar gibi kalbimi okşayıp anacığıma sesleniyorum. Sen dinlen ebediyen otur benim sol yanımda. Üzülme anacığım, üzülme. Paylaşırım ben yükünü. gidişinden sonra kolları sıvamış, yorulmuş, kendimi hırpalanmış halde buluyorum geldiğim zamanda kendimi. Anneme benzetiyorum kendi halimi Elimi kalbimden çektikten sonra dönüyorum 1980 yılına. O vakitler dört erkek dört kız, iki gelin, bir damat, birde dokuz torun ile birlikte büyümekte olan bir aile. Küçük gelin büyük geline nispet yapar gibi ,sen köşeyi kaparsın da ben kapmaz mıyım? diyerek olduğu yerde mutsuz, biraz somurtmuş, biraz kızgın, kucağındaki çocuğun memeye hasret kalmış göz dikişine yüz çeviren boylu poslu, güzellik abidesi çekici bir kadın. Adının anlamına has bir diklikle sol köşeyi tutmakta kararlı. Anlayacağınız üzere gelinler arasında gizliden gizliye oynanan bir oyun ve o oyun içinde belirlenen saflar var. Madem oyun var bu işin içinde yaşımda müsait bende katıyorum kendimi. Çocukluk işte.. Oyunun adı gelin görümce köşe kapmacaya dönüyor oyuna bende dahil olunca. Taht savaşları gibi birde yetmezmiş gibi gözümün nuru, dağların çiçeğini de kendimle birlikte o köşeye çekip sol köşenin ucuna dikiveriyorum sağ köşeye gitmek ne mümkün kapılmış çoktan sahibi içten destekli içten kuvvetli. Ah be! iki gözümün nuru, güzel yüzlüm bilemedim ben, köşe taşı olmanın zorluğunu , tutarım oturturum sandım omuzlarından, bilseydim düşeceğini çeker miydim ? kendimle birlikte seni diker miydim ? bir sütun gibi o küçücük bedeninle siyah beyaz fotoğrafın o sol köşesine. Siyahlık ve beyazlık içinde gezindikçe fotoğraf bulanıklaşıyor gözümün önünde. Bir suçluluk duygusu kaplıyor yüreğimi. Suçluluk durgun suları bulandıran taş gibi dolaşıyor zihnimde. Kendime kızmaya başlıyorum ardında. Oyun oynamak, köşe kapmakta neyin nesi sen kimsin? sen kimsin ki ? bir karenin en köşesine çekip oturtursun bir çocuğu. Köşe taşı yaptığım çocuktan af diliyorum ardından. Affet beni Çiğdem'im, dağ çiçeğim, iki gözümün nuru. Anla beni çocukluk hevesi işte, hepsi hepsi bir oyun.. Bizler ise birer oyuncu rolleri paylaşmışız gördüğümüz üzere. Bulunduğumuz ailede köşe taşı olmak ne benim nede senin harcınmış meğer. Köşe taşı yapmasınlar artık hiç bir çocuğu. Anasının, babasının, nenesinin, dedesinin kucağına, dizinin dibine oturtsunlar. Efkarlandım bak şimdi! oldu mu? sabah sabah bu yaptığınız, ne kadar mutluydum oysa bulunduğum anda, neden ışınladınız gerisin geri beni çocukluğuma. Ölümsüzlüğün timsali çam ağaçlarının altına. Ablam sesimi duymuş gibi anneliğin verdiği yerden bakışlarını çeviriyor üstüme. Kıyamaz üzülmeme. Kıyamaz emek verip, büyüttüğü anasının emaneti, küçük kızına. Tuttuğum omuzları sıkıca sarıyorum. Bir daha düşmesin, bir daha acımasın ne tutan elin nede tutulan omuzun canı. Ablam, anam ile babam arasında bağ kurmuş destek sunmuş, iki omuz arasında dengeyi sağlıyor.. Bir terazi misali. Ne sağında ne solunda hep ortada. Adını anımsayamadığım bizim küçük kara kızın bakıcı ablası girmiş birde bu manzaraya. Bizim aileden olmadığı başka bir manzaraya ait bir çocuk olduğu her halinden belli. Abim deklanşöre basmadan netleştiriyor bakışını, gerisin geri saymaya başlıyor. Üç, iki, bir. Bir ışık huzmesi düşerken üstümüze, her birimiz durduğumuz noktada. taşıdığımız ifadelerle birlikte tarihe düşüyoruz, siyah beyaz, bir fotoğraf karesinde...
23.08.2024
Günay AKBAYIN YİĞİT
Yorumlar