YAŞ 35.5 YOLUN NERESİ...

Bugün kendi üzerimde dört işlem ile bağ kurmak istiyorum. Bir avare yürüdüğü yolda bulunduğu zamanda artıp, eksilip, çarpılıp bölündüğünde ne olur yaşam denilen oyun alanının da? Merak içinde koşuyorum kelimelerle  oyunumu başlatmaya. Evrenin bir matematiği var madem benim de matematiğim vardır elbet diyerek rakamlarla ve kelimeleri buluşturuyorum sayfamda. Bir kaç yıl öncesine kadar yaşım sorulduğunda yolun yarısı ile baz alınan 35'te zamanı durdurup bir yarımda ekleyip  35.5 deyip  yolu yarıladıktan sonra buçuk kadar yaşanmışlık eklemiştim yaşıma. Hangi duygu bunu bana yaptırdı bilmesem de sayılarla bağ kurmayı öğrendikten sonra anladım ki can, nur, sır ile anılan -üç- yaşının başına eklenince, ardına da özgürlük ile anılan -beş- takılınca özgürlüğe doğru gidilen sırlı  kapı aralanıp içten dışa bir yolculuk başlıyormuş meğer. İçe yolculuğa aslında dıştan başlamanın sayısıdır yaş otuz beş. O vakitlerde farkında olmasam da içinde bulunduğum hali sistem sayılarla birleyip duyuruyormuş kelimelerde.  Sistemli bir birliktelik içinde ben O'ndan  habersiz  sayılar aracılığı ile duyuruyormuşum kendimi içten dışa. "Sen cansın, sen nursun, sen sırsın  ve sen benden bir parçasın anlamına gelen üç. Ben, sen, O yani biz demek. Yaş otuz beş deyince Cahit Sıtkı Tarancı'nın şiirini anmadan geçmek olmaz şimdi.

"Yaş otuz beş! yolun yarısı eder.

Dante gibi ortasındayız ömrün.

Delikanlı çağımızdaki cevher,

Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,

Gözünün yaşına bakmadan gider.

 

Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?

Benim mi Allah'ım bu çizgili yüz?

Ya gözler altındaki mor halkalar?

Neden böyle düşman görünürsünüz,

Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?

 

Zamanla nasıl değişiyor insan!

Hangi resmime baksam ben değilim.

Nerde o günler, o şevk, o heyecan?

Bu güler yüzlü adam ben değilim;

Yalandır kaygısız olduğum yalan.

 

Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;

Hatırası bile yabancı gelir.

Hayata beraber başladığımız,

Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;

Gittikçe artıyor yalnızlığımız.

 

Gökyüzünün başka rengi de varmış!

Geç fark ettim taşın sert olduğunu.

Su insanı boğar, ateş yakarmış!

Her doğan günün bir dert olduğunu,

İnsan bu yaşa gelince anlarmış.

 

Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!

Her yıl biraz daha benimsediğim.

Ne dönüp duruyor havada kuşlar?

Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim?

Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?

 

Neylersin ölüm herkesin başında.

Uyudun uyanamadın olacak.

Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?

Bir namazlık saltanatın olacak,

Taht misali o musalla taşında."


Cahit Sıtkı Tarancı'nın bu şiiri yüzünden yıllarca yolun yarısı korkusu ile sarmalandı bilincim. 35'ime geldiğimde ise  geride bıraktığım yıllar için  derinden üzülmem gerektiğini  bilinçaltı korkularım duyuruyordu derinlerde bir yerden. Ah be Cahit Sıtkı Tarancı bu kadar net mi ifade bulur yaşamdaki döngülerimizin ilk ve son yarısı. Yıllarca sözlerimle o yaşta tuttum kendimi. Soru :"Yaşınız  kaç ?" Cevap : Kaç gösteriyorum?  Soruyu soruyla karşılayıp yaşımı cevap verdirirdim karşımdakine İlk yarıyı sollayıp geçmemek adına. Kırmadığım döngüleri kırabilmek içinmiş meğer tüm bu üç beş ile birlikte yuvarlanıp takla atışlarım. Kendime zaman tanımışım gayri ihtiyari bir şekilde. Her erkeğin var mıdır kılını kıpırdatmadan sabit durmak istediği bir yaş bilmem ama bir çok kadın yolun yarısından sonra durduramasa da akışını, durdurmak ister zamanı. İlerlemek korkutucu gelir insana. İlerledikçe gün gelecek "Yaşı yetmiş işi bitmiş." cümlesini deneyimleyenlerle aynı yolda aynı sonu yaşamak istemez insan. Bitiş çizgisini görmek korkutucudur işin ucunda, her yarışın bir kazananı ve birçok kaybedeni olur nihayetinde. Bir yarış gibi yaşayınca hayatı işin ucunu kaçırmadan, sonu gelmeden zamanı durdurmak, kendi adıma bir kandırmacadan ibaret olsa da muhteşem bir oyun oynamışım zamanında. Zamanı mı durduruyor kadınlar?  diye düşünebilirsiniz. İstedikten sonra neden olmasın cevabını verip, zaman konusunu, bir başka zamanın konusu olsun diye not alıyorum hafızama. Neyse bu konu derin bugün sayılarla ilerlemek niyetindeyim kelimelerle yolculukta.  Bugün sil baştan okuyorum dikkatlice " Yaş otuz beş yolun yarısı" adlı şiiri. Şairin dizeleri ile  ile duyurmak istediğini an itibari içinde bulunduğum halin içine dahil edip o zamanlar yüklediğim anlamın dışında barındırdığı manayı kavramak için irdeliyorum her bir sözcüğü.  Ömrün tamamının neden yetmiş ile anıldığına anlam verememiştim o yıllarda. Yetmişe yaklaşmanın bir son olduğu doğruydu ama neyin sonu? Sonu da kavrayamadığımı anlıyorum satırları tekrar tekrar okuduğumda. Yetmiş yaş ve ölüm. Ölüm ve son. Sonla gelen değişim ve dönüşüm. Değişim ve dönüşüm ile gelen yeni bir başlangıç. "Bir namazlık saltanat, taht misali musalla taşı" çarparak büyüten sona dizilen dize. Şiir tadında bir yolculuk. Şairin dizeleri diz eğdirecek, dize getirecek manayı barındırsa da kendi adıma  şiiri şiir tadında  okuyamamış olduğuma ayıyorum bir kez, bir kez, bir kez daha okuduğumda. Bugün okuduğunu idrak etmeye aymanın vakti olduğuna aydığım gibi  tam şu anda olmasa da bir süredir döngülerin vaktinde kırılması gerektiğine aymış bulunmaktayım. Boşuna dememişler atalar " Yedisinde neysen yetmişinde de o olursun." diye. Yedi ile yetmiş arasında geçen vaktin en önemli kısmı o ilk yedi yıllık süre çok mu çok  kıymetli. 0-7 yaş aralığında her birimiz jokeriz. Herkesin ve her şeyin yerini dolduracak kadar kıymetli sonsuz potansiyele sahip varlıklar olarak yaratılıp şekillendiriliyoruz içine doğduğumuz sistemce.  Başı ile sonu bir der gibi arada yaşadıklarımız ise benim yolun yarısına eklediğim o buçukluk kısımda sırlı. 7'den 70'şe doğru ilerleyen yaşamın döngülerine açılan kapıların yoluculuğu. Gül kokulu kadın derdi ki  "7 kapı sayısıdır. Yedi  deyip geçmemeli yedi oldukça kıymetli. Yedi kıta, yedi nota, haftanın yedi günü, yedi renk, insan yüzündeki yedi delik, yedi çakra, dünyanın yedi harikası, yedi ceddimiz, periyodik cetvelin yedi satırı, Mevlana'nın  yedi öğüdü..." Yediden yetmişe diye bir döngü içinde olduğumuzu her yedi yılda bir de değişerek önümüzde aralanan bir kapıdan geçiş yaptığımızın göstergesi olsa gerek bu şiir. Malum son bu avare yolcu için kırılacak iki döngünün kaldığını duyuruyor yaşımın ardında bıraktığı zamanca. Bir ara efkarlanan içim dışıma aksettiriyor sesini. Kırdık ve kırıldık kırılacağımız kadar. Kendimle konuşurken yakalıyorum kendimi. Oysa kırmak ve kırılmak mühim iş. Kırılmalar özenli olmalı. Ceviz mi  kırıyorsun arkadaş? Döngü kırıyorsun! Döngü! Don Miguel Ruiz "Olanı görme becerisi" olarak tanımlamış farkındalığı. "Farkındalıklı ol." diye sesleniyor bana "Bilgeliğin üç incisi" içinden. Olanı görmek adına cevizle eşliyorum döngülerimizi gönül dostum.  Cevizin türü nasıl değişiyorsa kimisi iki parmak arasında çıtkırıldım incecik kabuklu, kimisi kocaman ele avuca sığdırılamayacak kadar büyük, kimisi kıranı  kıracak sertlikte, kimisi kör  tam bir çıkmaz Kör ceviz yada kör talih, adam çatlatan cinsi derim ben ona. Allah aşkına sevgili dostlarım döngülerimizin kırılma şekilleri de benzer değil mi? Severim deli dolu benzetmelerimi. Yanağımdan bir makas alıp yazmaya devam ediyorum. Yediden yetmişe giderken yolun yarısında kıramadığım adam çatlatan kör döngüm şimdi geldi aklıma. Tamda yolun yarısına yaklaştığım sırada tıklatmıştı kapımı. Çarpılıp kalmıştım üç ile beş arası. Sağlam kabukla çevrili ise özünüze körüz, o özü yerinden çıkarmak cidden zorluyor insanı. Evrenin de bir matematiği var demiştim ya  içinde seyir halinde olduğumuz yaşların da bir matematiği vardır diyerek kendimce anlam yüklüyorum sayılara. Madem Cahit Sıtkı 35 yaşı oturttu gündeme bu avare yolcuda 35.5 ile devam etsin bari. Kırılacak döngülerimiz için elimi eline teslim ettiğim pirimden döngülerini kırmakta zorlanan bana ve  benim gibi  zorlananlara Mesnevi'nin 355. beyiti  tavsiye olarak gelsin. 

"Fereciye ilk olarak fereci denilmesinin sebebi."

        "Bir sufi huzursuzluk içinde cübbesini yırttı. Yırttıktan sonra ferahladı.

        O yırtılmışın adını fereci (ferahlık koydu); bu lakap o kurtulmuş adamdan yayıldı.

       Bu ad yayıldı; berrak olanı şeyh aldı, halkın tabiatında tortu ad kaldı.

       Bu şekilde her adın bir berrak yönü vardır; ismini bir tortu gibi bırakmıştır.

       Toprak yiyen; tortuyu alır; sufi hemen berraklığa doğru gider.

       "Mutlaka tortunun berrağı vardır" der. Bu delille gönlü berraklığa gider.

        Tortu, güçlüktür. berrak olanıysa kolaylık; berrak hurma gibidir, tortuysa onun hamı.

        Kolaylık zorlukla birliktedir. Dikkat! Ümitsiz olma. Bu ölümden yaşayışa yolun var.

        Ey oğul! Ruh istiyorsan cübbeni yırt; böylece o berraklıktan baş çıkarırsın."

                                                                                           

Pirim derki kırılan her döngü ferahlatır insanı ancak döngülerimizden kurtulana kadar  da  daraltır, yaka paça yırttırır adama. Kolaylıkla olsun döngüleriniz olgunlaşmış hurma tadında. Hürmetle eğiliyorum önünde pirimin. Tek cümle ile döngülerimiz içindeki güçlükleri tortu ve hamlık, kolaylığı berraklık ve hurma ile eşleştirip bize güzellikle aktarması bir başka harika. Ruhunu bulmak istiyorsan  kırmalısın döngünü,  yırtmalısın cübbeni...  mesajı  ise muhteşem ötesi bir izahat değil mi? sevgili gönül dostları.

Günay AKBAYIN YİĞİT

19 Nisan 2025



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SİYAH BEYAZ BİR FOTOGRAF KARESİ

ÜSKÜDAR'A GİDERİKEN...

CEMRELER DÜŞMEDEN ÖNCE...