KÜL VE ŞİİR, AYAKKABI VE YALNIZLIK...
On üç on dört yaşlarında, ya varım ya yokum. Çatı arasında geziniyorum, kutular arasında. Annem, evde fazlalık gördüğü her şeyi sınıflandırırcasına karton ve telis torbalara doldurup buraya istiflemiş. Evde kimse yok; çatı ve içindekilerle baş başayım.
İlk olarak telis torbalara göz atıyorum. İçlerinde fazlalık ayakkabılar, soba boruları, kullanılmayan tencereler, bakır kap kacaklar var. Bir köşede dut toplamak için kullanılan büyükçe bir örtü, katlanmış halde duruyor. Karton kutuların bazıları yeni, bazıları beklemekten sararmış. Eski ayakkabıların olduğu torbayı aralıyorum. Birkaç denemeden sonra vazgeçiyorum; zaten ayağıma olacak gibi değiller. Annem, "lazım olur" diye saklamış olmalı yıllarca. Ama artık her biri formunu kaybetmiş, yazın sıcağıyla, kışın soğuğuyla şekilsiz hale gelmiş. Ayağa bile yerleştirilemeyecek kadar pejmürde görünüyorlar gözüme. Acıyorum onlara.
"Bir zamanlar birinin gözünün nuru, elinin emeğiydiniz," diyorum. Konuşmaya başlıyorum onlarla. "Kimler sizi itinayla işledi? Hangi usta tasarladı? Kaç gözün nazarından geçip, allanıp pullanıp vitrinlerde sergilendiniz? Kimileriniz değerinde, kimileriniz değersiz satıldı belki de. Ezilmeyi göze alarak bir eve taşındınız, sonra da yıllarca sahibinizi aşılması gereken yollarda taşıdınız..."
İçim burkuluyor. Anneme içten içe kızıyorum. Ayakkabıları telis torbadan çıkarıp çatıdan indiriyorum. Taşıdıkları yük ve mahpus hayatları zaten bitirmiş yaşamlarını. Bir törenle veda edilmeli onlara, diye düşünüyorum.
Sokağa bıraksam, kimse giyecek gibi bakmaz; savrulurlar oraya buraya. Çöpe atmak içime sinmiyor. Babam hep, "Kullanılan eşyalar çöpe atılmaz," derdi. Birkaç çalı çırpı, bir kibrit... Sonra bir kibrit daha… derken bir kutu kibriti harcıyorum bu veda için. Alevler ayakkabıları sarıyor, yürünmüş yolları, ayak altı serüvenlerini, çatı arasına sıkışmış yürüyemeyen hallerini. Yana yakıla küle dönüşlerini izliyorum. İs kokusu siniyor üzerime. Olsun. “Yürüyen yolların ve yaşanmışlığın kokusu” deyip yeniden çatı arasına dönüyorum.
Sırada karton kutular var. Birini açıyorum; ders kitaplarıyla dolu. Annem kıyamamış yakmaya, atmaya. "Sararsa da yaprakları, benim gibi meraklı bir çocuk çıkar da karıştırır," demiş olmalı. Tanıdık kitapları geçip, tanımadıklarıma göz atıyorum. Bu kutu, abime ait; üniversite kitapları. Bilgisayar dili anlatıyor. Fortran. Adı tuhaf gelince kartonu kapıp, birkaç farklı kitapla birlikte kokular içimde, aşağıya iniyorum.
Annem gelmeden yıkanmam gerek. Üstüm başım is kokuyor. Çocukken sık sık kıyafet değiştirirdim; abim bana bu yüzden “Cilveli Naciye” dermiş. Bu huyum o an işe yarıyor. Dikkat çekmeden üzerimi değiştiriyorum. Sonra, çatıdan indirdiğim kitaba koşuyorum. Sayfaları biraz sararmış ama tek tek çeviriyorum. Programlama diliymiş. Yıllar sonra Edebiyat Fakültesi'ni bırakıp Bilgisayar Programlama okumaya gitsem de ne Fortran’ı ne Basic’i tam anlamıyla öğrenebildim.
Ama o gün, o kitap sayesinde Özdemir Asaf'la tanıştım. Ayakkabıları uğurladıktan sonra çevirdiğim sayfalar beni bambaşka bir yolculuğa çıkardı.
"Yalnızlık paylaşılmaz. Paylaşılsa yalnızlık olmaz."
Bu söz, günlerce dolandı içimde. Demek ki, paylaşılan şey çoğalır. Paylaşılmayan, yalnızlaşır.
O zamanlar çağımızın “amcası” yoktu. Kitapçı da yoktu. Kitap yüzü gördüğüm tek yer, ilimizin kütüphanesiydi. Orada aradım Özdemir Asaf’ı, ama bulamadım. Sonraları teknoloji gelişti, imkânlar arttı. Aşık olduğum şairin 1923 Ankara doğumlu olduğunu, asıl adının Halit Özdemir Arun olduğunu, 1981’de sonsuz yolculuğuna çıktığını öğrendim. Şiirleriyle, her bir dizesiyle beni ayrı yerlere taşıdığını itiraf etmeliyim.
Varsa bir çatınız, bir de sevdiklerinizce saklanan eşyalar… Aralayın içlerini. Kimisini küle, kimisini güle çevirin. Her varlığın bir dili vardır; yeter ki konuşmak isteyin onunla. Kimi yolundan, kimi dilinden, kimi gönlünden konuşur sizinle. Madem bu gece, sevgili şairimiz Özdemir Asaf yalnızlıktan dem vurarak kelimelerle yolculuk etti, ötesini de o anlatsın bizlere şiir tadında...
YALNIZLIĞIN ÖTESİ
Yalnız kaldınız sanırsınız,
Biliyorum.
Yalnız bırakılmışsınız,
Biliyorum.
Ötesi yok.
Ötesi var:
Yalnızlık,
Müziğin bile seni dinlemesidir.
Yalnızlık,
İnsanın kendine mektup yazması
Ve dönüp dönüp onu okuması...
Yalnızlığın da ötesidir.
Günay AKBAYIN YİĞİT
01.05.2025
Yorumlar